7 Ekim 2025 Salı

BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ

 











KÜNYE

Kitap Adı: Bin Muhteşem Güneş

Yazarı: Khaled Hosseini

Basım: Everest Yayınları– 52.Basım- 2024

Sayfa: 430

Tür: Roman


İNCELEME:

Bin Muhteşem Güneş / Khaled Hosseini

Meryem ve Leyla’nın hikayesi. Aslında bu iki kadının yaşadıkları üzerinden Afganistan’ın, Afganistan halkının ve özellikle şeriat kuralları altında yaşam mücadelesi veren kadının hikayesi.

Afganistan’ın 1970 li yıllarından itibaren 30 yıllık bir zaman dilimini kapsıyor kitap. İşgaller, bombalar, roketler, yıkıntılar, kaçan aileler, dağılan aileler, kaçamayan aileler, yetimler, acılar, yoksulluk, bir hayat mücadelesi. Devrimci yenilikçi hükümet düşürülür, Taliban artık silahlı mücahitleri ile sokaklarda bile şeriat hükümleri uygulamaya başlar. Kadınlara neredeyse nefes almak dahi yasaklanmıştır. Evden çıkamayan kadın, kocasının fiziki ve ruhsal şiddetiyle her an karşı karşıya, çocuklarıyla hayatta kalmak için direnir. Ciddi bir sefalet hakimdir.

Harami (piç) Meryem’in önce babasıyla sınavı, annesi Nana’nın vicdan yükü derken daha 15 yaşındayken kendinden 30 yaş büyük Raşit ile evlendirilir. 6 sonuçsuz hamilelikten sonra Raşit onu hor görmeye başlar. Küçük yaşında şiddetle de tanışır. 30 unda yaşlısın denilip üstüne kuma getirilir.

Ve Leyla. Modern bir aileye sahip, okulda başarılı, geleceği parlak görülen bir kızdır Leyla. İki abisi savaşta ölür. Tarık en iyi arkadaşı, abisi ve aşkı olur. Ancak evlerine isabet eden bir roket bu parlak geleceğe gölge düşürür. Sonrasında da Raşit’in hain tuzağına düşer.

Ve hayatları istemeden de olsa kesişen, önce düşman sonra yoldaş olan iki kadının yürekleri darmadağın eden hikayesi başlar.

Yazarın daha önce Uçurtma Avcısı kitabını boğazım düğüm düğüm okumuştum. Bin Muhteşem Güneş’i de elimden bırakamadan soluksuz okudum. Öncelikle tüm kadınlar olmak üzere herkesin okumasını isterim. Laikliğin, Cumhuriyetin, Atatürk İnkılaplarının kıymetinin anlaşılması açısından ders niteliğinde, adı gibi muhteşem ve yüreğe dokunan bir kitap. Meryem fedakarlığın, Leyla umudun adı oldu benim için. Mutlaka okuyun.

 

KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

"Bunu öğren, kafana iyice sok, kızım," dedi Nana. "Pusulanın hep kuzeyi gösteren ibresi gibi, bir erkeğin suçlayan parmağı da daima, mutlaka bir kadını gösterir. Her zaman. Bunu hiç unutma, Meryem."

 

"Çünkü bir toplumun kadınları eğitimsiz olduğu sürece başarıya ulaşma şansı yoktur, Leyla. Hiç yoktur."

 

“Bütün bu yılları, zihninin tenha bir köşesinde geçirmişti. Kuru, çorak bir arazide; arzulamanın ve dövünmenin uzağında, hayallerin ve hayal kırıklıklarının ötesinde. Orada, geleceğin hiçbir önemi yoktu. Geçmişse yalnızca tek bir dersi içeriyordu: Sevgi, insana zarar veren bir hatadır; işbirlikçisi, yani umutsa tehlikeli bir yanılsama. Dolayısıyla, bu iki zehirli çiçek Meryem'in zihnindeki o kuru, kavruk arazide ne zaman sürgün vermeye yeltense, Meryem onları koparıp attı.”

 

“Bir erkeğin kalbi fesat, habis bir şeydir, Meryem. Bir ananın rahmine hiç benzemez. Kanamaz, sana yer açmak için genişlemez”

 

“Artık şuna inanıyordu: Bütün sevgilerini, zaten sahip oldukları çocuklara verip tüketen anne-babaların, yeni çocuk yapmalarına izin verilmemeliydi.”

 

“Belki de yüreksizlerin asıl cezası budur: gerçeği, iş işten geçtikten sonra, artık yapılabilecek hiçbir şey kalmadığında görmek, anlamak.”

 

“Sırrını rüzgara fısıldarsan ağaçlara söylediği için suçlayamazsın.”

 

1 Ekim 2025 Çarşamba

IŞIKLAR ÜLKESİ

 













KÜNYE

Kitap Adı: Işıklar Ülkesi

Yazarı: Andres Barba

Basım: Notos Kitap Yayınları– 3.Basım- 2024

Sayfa: 149

Tür: Roman


İNCELEME:

Işıklar Ülkesi / Andres Barba

Anlatıcımız eşinin memleketi San Cristobal’e sosyal hizmet uzmanı olarak atanır. Orta ve alt sosyoekonomik sınıfta insanların yaşadığı, sakin, kırsal bir kasaba burası. Birden yaşları 9-13 arasında, nerden geldiği bilinmeyen çocuklar türer bölgede. Bir liderleri yoktur, birlikte takılmaz daha çok 4-5 kişilik gruplar halinde görünürler. Başlarda kendi halinde gezinen, oyun oynayan, kendi içlerinde tartışır görünen bu çocukları kimse sorgulamaz. Görmezden gelirler. Kendi aralarında konuştukları özel dili de zaten kimse anlamamaktadır. Önce küçük hırsızlıklar, gasplar başlar, sonra küçük saldırılar. Toplumsal düzene tehdit olarak görülmeye başlansalar da yetkili kimse somut bir eylemde bulunmaz.

Ve sonunda yılan, bana dokunmayan bin yaşasıncı ahaliye şiddetle dokunur. Dakota Süpermarketi olayı ile Otuz İkiler adı verilen bu sokak çocukları cana kastederler. 2 ölü, 3 yaralı. Ormana kaçar ve izlerini kaybettirirler. Ancak olaylar bununla kalmaz. Kasabalıların kendi çocuklarının tepkileri önce değişmeye sonra da birer birer kaybolmaya başlarlar. Otuz İkilerin etkisi kasaba çocuklarını sarmıştır. Artık kasabada halk ile yöneticiler arasında bir kaos başlar. Sonrasında ise bir çocuk avı organize edilir.

Otuz İkilerin hazin sonu kitabın başlarında okuyucuya verilen bir bilgi ancak bunun nerede, ne zaman ve nasıl olduğunu merak ederek okuyorsunuz. Kendilerine bir sosyal düzen yaratmış bu çocukların hikayesi bana biraz Sineklerin Tanrısı kitabını hatırlattı. Kitabın adı ise çocukların kendilerine ışık yansımalarıyla yarattıkları dünyadan geliyor, okuyanlar anlayacaktır.

Bizden değil diye ötekileştirilen, görmezden gelinen çocuklar üzerinden bir toplum eleştirisinde bulunurken, şiddete başvurup kaos yaratan aynı çocuklar üzerinden çocuk masumiyeti mitini sorguluyorsunuz. Hem çocuk hem yetişkinlerin kurduğu düzen üzerinden medeniyeti, suçu, masumiyeti, şiddeti, toplumsal düzenin oluşum koşulları ve basamaklarını, insanın karanlık taraflarını düşünmenizi sağlıyor. Severek ve özellikle sonunu burkularak okudum. Tavsiye ederim.

 

 KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

“Çocuklar için dünya, çoğu zaman sevgi dolu olsalar da kurallar koymaktan vazgeçmeyen yetişkin gözetmenlerle dolu bir müzedir. Her şey yekparedir, her şey onlardan önce, hatta ezelden beridir vardır. Karşılığında sevgi alabilmek için masum olduklarına dair miti yaşatmak zorundadırlar. Masum olmaları yetmez, bunu göstermeleri de gerekir.”

 

"İnsan, gezegenlerden atomlara kadar anlayamadığı ne varsa sistematik olarak insanileştiriyor."

 

“Aklıselim yaradılışlı insanların deliliğinden daha tehlikelisi yoktur. Şiddete eğilimlilerden onları ayıran, ümitsiz ve radikal olmalarıdır.”

 

“Ölüler terk ederek bize ihanet ediyor olabilir ancak biz de yaşayarak onlara ihanet ediyoruz.”

 

“Kimi zaman insan ruhunun derinliklerine inmek için çok güçlü bir denizaltına binmek gerektiğine inanırsın, ama sonra bir de bakmışsın ki dalgıç kıyafetleriyle evin küvetine dalmaya çalışıyorsun.”

 


30 Eylül 2025 Salı

İNTİHAR

 












KÜNYE

Kitap Adı: İntihar

Yazarı: Edouard Leve

Basım: Sel Yayınları– 14.Basım- 2024

Sayfa: 81

Tür: Roman – Anlatı- Mektup


İNCELEME:

İntihar / Edouard Leve

Yazar 20 yıl önce, daha 25 yaşında iken intihar etmiş bir arkadaşına yazmış. Biraz anlatı, biraz mektup niteliğinde. ‘Sen’ diyerek, ona hitaben yazmış anlattıklarını. Ve bu kitabı tamamlayıp, yayınevine teslim ettikten sadece 10 gün sonra ise kendisi intihar etmiş.

Gerçekten intihar eden bir arkadaşı vardı da ona mı yazıldı yoksa aslında kendine yazılmış, kendini önüne yatırmış, kendi ile bir hesaplaşma mı? Net değil. Bazen bir arkadaş hakkında yazılmış izlenimi verirken bazen ise öyle detaylı ruh durumları veriyor ki; ‘insan en yakını dahi olsa bu kadar net iç dünyasını bilip anlatamaz’ dedirtiyor. Arkadaşının sevinçleri, korkuları, ruh dalgalanmaları, duygu durumları, antidepresan kullandığındaki çalkalanmaları, durulmaları, ilgi alanları, intiharının detayları dahil, ona dair her şeyi anlatıyor.

Yazarın hikayesini okuduktan sonra kitabın o vurucu girişini okuduğunuzda zaten oldukça etkileniyorsunuz. Ancak bir süre sonra anlatılanlar çok durgun ve yorucu gelmeye başlıyor. Ki girişte okuyucuya pik yaptırılan duygu durumuna zaten sonradan yaklaşmak pek mümkün de değil. Yine de intiharı, intihar edeni anlamak adına değerli.

“Sen sonunda boşluktan başka bir şey bulamama tehlikesini göze alarak mutluluğu aradığın için öldün.”

 

KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

“Yirmi beş yaşındasın. Artık ölüm üzerine benden daha çok şey biliyorsun.”

 

“Yaşamın bir varsayımdı. Yaşlanıp ölenler bir geçmiş yığınıdır. İnsan onları düşününce, oldukları şey gelir gözünün önüne. Seni düşündüğümde olabileceğin şey geliyor. Sen bir olasılık yığını oldun, hep öyle kalacaksın.”

 

“Sen işin sonunda hastalanıp yaşlananlardan, bedenleri kuruyup hayalete dönüşenlerden, daha yaşarken ölümü andıranlardan olmadın. Onların ölümü bir çöküş sürecinin sona ermesidir. Yıkıntının ölmesi bir kurtuluş, ölümün ölümü değil midir? Sense capcanlıyken toparlanıp gittin. Genç, diri, sağlıklıyken. Senin ölümün yaşamın ölümü oldu.”

 

“Ölümün acısına arkanda bıraktıkların tek başlarına katlanacaklar. İntiharın bu bencil yanından hoşlanmıyordun. Ama tartınca, ölümün dinginliği yaşamın acı dolu çalkantılarına üstün geldi.”

 

“Yaşam bana sunuldu

Ad bana geçirildi

Beden bana dayatıldı”

 

“Varmak beni değiştirir

Kalmak pahalıya patlar

Yola çıkmak beni heyecanlandırır”

 

“Mutluluk önümde gider

Üzüntü beni izler

Ölüm beni bekler”

 

 

AŞK ROMANLARI OKUYAN İHTİYAR

 











KÜNYE

Kitap Adı: Aşk Romanları Okuyan İhtiyar

Yazarı: Luis Sepulveda

Basım: Everest Yayınları– 1.Basım- 2024

Sayfa: 133

Tür: Roman


İNCELEME:

Aşk Romanları Okuyan İhtiyar / Luis Sepulveda

Amazonların derinliklerinde yaşayan 70 yaşlarındaki Antonio Jose Bolivar Proano, birlikte yaşadığı Shuar yerlilerinden ormanın ve doğanın yasalarına uyum içinde yaşamayı öğrenir. Hayatının son evresinde bir nehir kenarına yerleşir ve kasabaya yılda birkaç kez uğrayan bir dişçinin getirdiği aşk romanlarını okuyarak huzurla vaktini geçirir. Ancak kasabaya dadanan altın arayıcıları ve hükümet adamları yaşlı adamın doğayla uyum içindeki huzurunu bozacaktır. Sahile kano içinde bir ceset vurur. Doğanın izlerini doğru okumayı bilen ihtiyar her şeyi çözer. Bir jaguarın ailesine saldıran bu yabancı bedeli canıyla ödemiştir. Ancak İhtiyar, jaguarın izinin sürülmesi görevinden kendini sıyıramaz.  Ve doğanın ruhunu özümsemiş bir ihtiyar ile yavrularını kaybeden anne jaguarın hikayesi başlar.

Premio Tigre Juan Ödülü'nü kazanan roman, kendini medeni sanan zorba insanın doğa ile giriştiği yıkıcı mücadeleyi gözler önüne seriyor. Keşke farklı bir son okumak mümkün olsaydı dedim. Ancak evlatları katledilen jaguar için tüm insanlar artık aynı kokuyordu maalesef. Savaşın hayatta kalanı ise asla galip değildi.

İnsan ile doğanın bir gün gerçekten birbirine saygıyla, uyum içinde yaşayabileceği bir gelecek hayal ediyorum. Ütopik gelse bile hiçbir şey imkansız değil. Hiç kolay olmayacak olsa da öğrenebilmek dileğiyle.

"Antonio José Bolívar Proaño, takma dişlerini çıkarıp mendiline sarmaladı ve bu trajediyi tetikleyen gringoya, belediye başkanına, altın arayıcılarına, canından çok sevdiği Amazon Ormanı'nın bekâretine göz diken herkese lanet okudu; sonra palasıyla kestiği kalın bir dalı baston gibi kullanarak El Idilio'ya, barakasına ve birbirinden güzel sözcüklerle aşktan bahsederek insanların ne kadar barbar olduğunu ona unutturan romanlarına doğru yola koyuldu."

 

KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

“İnsanların yaşlandıkça bilgeliklerinin arttığını birçok kez duymuştu ve bu bilgeliğin sayesinde en çok istediği şeyi elde edebileceğini umuyordu; anılarına yön verebilmek ve anılarının kurduğu tuzaklara düşmemek en büyük arzusuydu.”

 

“… yerleşimciler ormanı yerle bir ederek medeni insanların en büyük eserini yaratıyor, yani ormanı çöle çeviriyorlardı.”

 

“... hayatında ilk kez yalnızlık denen hayvanın saldırısına uğramıştı. Uyanık bir hayvandı bu. En ufak bir açığını yakaladığında dile gelip adamı uzun nutuklar atarak suçluyordu.”

 

 


20 Eylül 2025 Cumartesi

KIRMIZI ZAMAN

 











KÜNYE

Kitap Adı: Kırmızı Zaman

Yazarı: Mine Söğüt

Basım: Yapı Kredi Yayınları– sesli kitap

Sayfa: 222

Tür: Roman


İNCELEME:

Kırmızı Zaman / Mine Söğüt

“Bu romandaki İstanbul, efsaneler, insanlar, balıklar, kayıklar, iskeleler, saraylar, dehlizler, kesik başlar, mezarlar, hastaneler, morglar, denizkızları, cinayetler, katiller, cellatlar, deliler, yani her şey uydurmadır.

Efsanelerin yalanı abartılmış, insanların hayatına olmadık benekler atılmış, şehir baştan yaratılmıştır. Yok eğer, "Bunların hepsi gerçek, Haliç'te kırmızı bir kayık durur ve içinde Zaman Dayı yaşar, eski mezarlarda kesik cellat kafaları yatar, küçük kızlar mezar taşlarına dünyanın en güzel şiirlerini yazar, genç bir adam paramparça bir baba arar, her şeyi gören bir kambur hep susar ve İstanbul’un altında sır dolu dehlizler var," diyen biri çıkar da beni yalanlarsa, ne mutlu bana." Mine Söğüt

Bir gün kırmızı kayığı ile haliçte beliriveren mahkum Zaman Dayı,

15 yaşında aklını yitiren, meczup Halat Niyazi,

Hastalığı nedeniyle evden çıkamayan küçük yoksul kız Hüsran,

Hem Yahudi hem çingene kanı taşıyan, cellat Deligavur Leon,

Babasının ölüsünü morglar, hastaneler, mezarlıklar boyu arayan Botan,

Mezarları bekleyen sessiz bir Kambur.

Hepsinin ayrı ayrı hikayeleri, sırları. Hikayelerdeki ortak nokta; surlar ardındaki dehlizler. Dehlizlerin açıldığı bir zamanların Cellat Mezarlığı (Kesik baş mezarlığı) şimdinin Kimsesizler Mezarlığı. Hepsini ayrı ayrı izleyen ve yine yalnız kalırım endişesi ile birbirlerinden haberdar olmamalarını dileyen bir Kambur.

Mine Söğüt’ün okuduğum 4.kitabı oldu. Yazarın buhranlı, karanlık havasını, tedirgin eden üslubunu seviyordum zaten. Bu kitaba biraz daha masalsı ve büyülü bir hava da eşlik etmiş. Ayrıca her bölümün ana teması için bir kelime seçilmiş ve bu kelimeler için farklı sözlük anlamlarının verilmiş olması da ilginçti. Yazarın gerçek ve gerçeküstünü birbirine harmanlandığı bu kitabını da yine çok sevdim.

 

KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

“Küçükken anneannem bana, sonsuz zaman algısından bahseden bir masal anlatmıştı: Çocuklar zamanı algılayamadıkları yaşlarda, tüm evrene hâkim olan o tanrısal sonsuzluğu hissedebilirlermiş. Bu onları huzurlu ve korkusuz yaparmış. Zamanı algılayamadıkları için zamanın geçişini de fark etmez ve kendilerini ölümsüz bilirlermiş.

‘Sen’ demişti, ‘Şimdi o sınırsız zaman algısının büyüsündesin; zamanın geçip gittiğini fark ettiğin an büyüyeceksin.’

Anneannemin bana korkunç bir masal anlattığını çok sonra fark ettim. Bana korkunç bir ölüm masalı anlattığını… bir gün zamanı algılamak ölümü de algılamak olacaktı.”

 

“İnsanlar sokakta gördükleri berduşların doğuştan beri öyle olduklarını sanırlar. Onların bir geçmişleri, bir anneleri, babaları, evleri, umutları olduğunu hiç akıllarına getirmezler. Onların kızı/oğlanı öptükleri, televizyonda maç seyrettikleri, akşam evlerinin zilini çaldıkları, komşularına günaydın dedikleri, bankaya girdikleri son bir gün olduğunu hiç düşünmezler. Oysa delilerin deli olmadıkları günler vardır kişisel tarihlerinde. Ve bu günler bazen çok geride bazen de hemen dündedir.”

 

"Gerçekler rüyalara saklanmayı sever."

 

“Gerçekle gerçek üstü tıpkı yin ile yang gibi iç içe geçerek birbirini tamamlayan bir bütündü. Gerçeğin içinde gerçeküstü, gerçeküstünün içinde de gerçek vardı ve birbirlerini sarıp sarmalamışlardı. O yüzden gerçeküstünün peşinden giderken gerçeğe takılıyordu insanların ayakları ve gerçeğin peşinden giderken de gerçeküstüne. Tıpkı ölümün peşinden giderken hayata, hayatın peşinden giderken ölüme takılması gibi ayakların... aklın...kaderin...”

 

“Vicdan,

Tam kalbimizin altında duran bir organ...

Vicdan, bir bebeği ilk ağlatan, bir ölüyü son terkeden...

Vicdan...”

 

“Zaman belki de Tanrı'nın ta kendisidir.”

 

“Hayat, oyuncu bir kedi

Ne zaman pıta atacağı nereden belli!

Marifet tadı alarak yaşamakta,

Bazen akıllı bazen deli.”

 

“Kader, insanın kendi hayatına hiçbir zaman gerçekten sahip olamayacağının açık tehdididir.”

 

27 Ağustos 2025 Çarşamba

ASILACAK KADIN












KÜNYE

Kitap Adı: Asılacak Kadın

Yazarı: Pınar Kür

Basım: Can Yayınları– sesli kitap

Sayfa: 152

Tür: Roman


İNCELEME:

Asılacak Kadın / Pınar Kür

Pınar Kür’ün 21 yaşında iken bir gazetede asılmış bir kadının fotoğrafını içeren habere tanık olması, araştırdıkça sarsılması ve konuyu işlemek istemesi üzerine kaleme alınıyor kitap. 15 yıllık bir çalışma sonrası 1979 yılında yayınlanmış. Eser, sinema sansür kurulu ve savcı tarafından müstehcen bulunduğu, cinsel arzuların tahrik edildiği gerekçesiyle yasaklanmış. Yazarın mahkemeye karşı sunduğu savunma ise kitabın sonuna eklenerek çarpıcı bir son oluşturmuş. Bu savunma yazısından birkaç kısa bölüm ekleyerek hem kitabın içler acısı konusunu özetlemek hem de eleştirilere yazarın haklı cevabını ve benim de bir nevi iç sesimi paylaşmak istiyorum:

“Asılacak kadın, korunmasız, güvencesiz, çaresiz, zavallı bir kadının dış dünyadan koparılarak bir sapığın hastalıklı ve korkunç dünyasına hapsedilişini, ezilişini, sömürülüşünü, çektiği türlü eziyetler sonucu kendini savunmak için ağzını dahi açamayacak bir nesne haline getirilişini anlatırken elbette bütün bunlara karşı çıkmakta, kadını bu insanlık dışı durumdan kurtarma çabasına girişen ve başaramayan bir delikanlının dramını da dile getirmektedir. (...) ve iddia edilenin tam tersine ahlakçı bir yaklaşımla yazılmıştır.(…) Esasen meleğin çektiği korkunç acıları, işkenceleri, akla uzak aşağılanmaları okuyup cinsel arzuları kabaracak birinin ruh sağlığından ciddi biçimde kuşkulanmak gerekir.” (Pınar Kür savunmasından)

Ezen, ezilen ve kurtarıcı üçgeni zemininde kitap 3 bölümden oluşuyor. Olay bir Yalı Cinayeti ile mahkemeye taşınıyor. İlk bölüm geçmiş tecrübelerinden kadınlara karşı düşmanlık geliştirmiş yargıç Faik İrfan Elverir’in, ikinci bölüm sanık Melek’in zihninden akanları bilinçakışı yöntemiyle okuyucuya sunuyor. Üçüncü bölüm ise kurtarıcı rolüne soyunan Yalçın’ın kaleminden akıyor.

Toplumda ataerkil düzenin kadın üzerindeki her türlü şiddetini gözler önüne seriyor. Yalının hanımına bakmak üzere 16 yaşında köyden getirilen Melek, ağasının dayaklarından kurtulmuştur böylece ancak hanımın ölümü sonrası Hüsrev Bey ile nikahlanır. Bu yaşlı ve sapkın adam tarafından mide bulandıran bir cinsel şiddetin kurbanı oluverir. Sahipsiz Melek’in ise söz hakkı hiç olmamıştır. Sonunda ise bu zulme tahammül edemeyen Yalçın, Melek’i kurtarmak ister.  Hüsrev Bey’i öldürür. Suç ise kendini savunamayan Melek’e kalır.

Adalet, ahlak gibi kavramları tekrar sorgulatacak, bir toplumun ne denli yozlaşabileceğini ortaya koyan bir eser. Kurgu değil gerçek. Okuması kolay değil ancak okunmalı. Bazen rahatımız biraz da bozulmalı. Danıştay kararıyla gösterimine izin verilen 1986 yapımı bir filmi de mevcut. Pınar Kür’ün savunması ise ayrıca okunmaya değer (Son alıntıyı da okumanızı dilerim).

 

KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

"Şimdi düşünüyorum da o ilk anda bana en korkunç gelen Melek'e yapılanlar değil de, bunu birçok kişinin yapabilmesi, birçok kişinin de yapılmasına güz yummasıydı sanırım. Genç bir kızın, zavallı, korumasız bir kızın bir zorbanın sapıklığına kurban edilmesine bunca kişi katkıda bulunabiliyor, bunca kişi de olayı uzaktan, rahat rahat seyredebiliyordu. Olacak, akıl alacak şey miydi?" (Yalçın)

 

''Çünkü düşünemezdi. Çünkü baskıya karşı çıkmamak üzere yetiştirilmişti. Bilmiyordu başkaldırabileceğini; baskıyı, zorbalığı yaşamın doğal bir öğesi belirlemişti. Bu baskıyı erkeklerin kurması, her bakımdan kurması da doğaldı onun için. Çünkü güçlü olan onlardı; hep başta olan, her şeye egemen olan...''

 

“Çiçek demek, kökü sağlam bir yaşam demek. Çiçek demek en az değişen gerçek demek. En bakımsız çiçek bile açar. Bir yıl önceki gibi açar. En kurumuş, ölmüş sandığın çiçeği bile birazcık çabayla canlandırabilirsin. Eski haline getirebilirsin. Kökü toprakta olduktan sonra her çiçeğin yaşatılma, kurtarılma olasılığı vardır. Oysa, dalından koparılmış, vazoda soldurulmuş bir çiçeği kim kurtarabilir?”

 

"Okuma eyleminin insan muhayyelesini, düşünme ve kendi başına karar verme yetilerini geliştirdiği bilinen bir gerçektir. Öte yandan, hayal gücü kıt, düşünme ve karar verme yeteneği zayıf kişilerden oluşmuş bir toplumun ilerleyemeyeceği, bir koyun sürüsü kadar kolay yönetileceği de bir başka gerçektir. Düşünce özgürlüğünü bir kavram olarak bile ortadan kaldırmanın en iyi yolu, düşünmeyi bilmeyen kuşaklar yetiştirmektir. İşte bu yönden, bir süredir, bu ülkede okuyan, bağımsız düşünebilen insanların sayısını azaltmaya, gittikçe yok etmeye yönelik bir kültür politikası güdülmektedir. Toplumu, yalnızca boğazını düşünen bir koyun sürüsüne dönüştürme amacıyla izlenen bu politikanın yöntemlerinden biri de, kitap düşmanlığı ve okuma korkusu yaratmak; yazarı, sanatçıyı, okuru yıldırmaktır." (Pınar Kür savunmasından-1988)


18 Ağustos 2025 Pazartesi

BAZEN BAHAR

 












KÜNYE

Kitap Adı: Bazen Bahar

Yazarı: Melisa Kesmez

Basım: İletişim Yayınları– sesli kitap

Sayfa: 119

Tür: Öykü


İNCELEME:

Bazen Bahar / Melisa Kesmez

Öykülerini, üslubunu başarılı bulduğum yazardan okuduğum 3.kitap oldu Bazen Bahar. İçinde 10 adet öykü içeren, akıcı, bir günde okunabilecek bir kitap. Diğer okuduğum iki kitabına nazaran biraz daha hüzünlü ve melankolik bir havası var kitabın. Sanki kış okumalarına havası daha uygun olurmuş ancak ben her mevsim melankoli sevenlerdenim. Yazın daha enerjik kitaplar tercih ediyorsanız sizi hüzünlendirebilir ama hayal kırıklığına uğratmaz.

Yazar öykülerinde yine kadın-erkek ilişkilerini, aile bağlarını, dostluğu, doğanın kıymetini, aidiyeti, kök salamamayı, giden ya da kalan olmayı, eşyalara yüklenen anıları ve anlamları, çaresizliği, kırgınlıkları, yarım kalmışlıkları, yeniden umut edişi işlemiş ince ince. Benim en sevdiğim ve etkilendiğim öyküler; ‘Telefon Kulübesi’, ‘Bir Bahçeyi Beklemek’, ‘Çürümenin Bahçesi’ ve ‘Yılbaşı Ağacı’ oldu.

Bazen Bahar, benim için Nohut Oda’nın önüne geçti ancak favorim hala Küçük Yuvarlak Taşlar ki; biraz daha novella havasında, birbirine bağlı öyküler olmasının etkisi olabilir tabi. Öykü severlere tavsiye ederim.

 

KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

“Sen ne kadar kaçsan da, ıskalasan da, görmezden de gelsen, kafanı kuma da gömsen, kalbine kilit de vursan, hayatın sana bir diyeceği varsa, sinsi sinsi bekliyor sırasını, yıllarca. Öyle sabırlı. Öyle fil hafızalı, öyle unutmuyor hayat. Sen sabaha kadar unuttum diye sağalt ruhunu. Gömdüm san. Defter kapanmayınca kapanmıyor.”

 

“Bir roman kahramanı mesela. Kitapta bir laf eder. Altı çizilecek cilalı cümlelerden değil ama, kendi halinde bir cümle. Bir tek sen cımbızlarsın onu kitabın kalabalığından. Sırf sana bir şey anlatır o cümle. Başka herkese susar.”

 

“Bazen gitmenin mi, yoksa kalmanın mı daha zor, daha hüzünlü, daha çekilmez olduğunu anlamamız için hayatın bize bunu bilhassa yaptığını düşünüyorum. İki seçeneğin de kurtuluş olmadığını anlamamız için.”

 

“Bir yarayı iyileştiren her şeyden önce orada bir yara olduğunu kabullenmekti. ”Bir şeyim yok, iyiyim ben’’ dedikçe insan her şeyden önce tedaviyi reddediyordu.”

  

"Hayat beni böyle köşeye sıkıştırmayı, gözümün içine baka baka çelme takmayı severdi. Hayatın unuttuğu bir şey varsa, o da bir yerden sonra daha fazla düşülmediğiydi."

 

"İnsan bazen ne yapsa günün sonunda kendiyle kalıyor."


14 Ağustos 2025 Perşembe

KATYA'NIN YAZI

 











KÜNYE

Kitap Adı: Katya’nın Yazı

Yazarı: Trevanian

Basım: E Yayınları

Sayfa: 232

Tür: Roman


İNCELEME:

Katyanın Yazı / Trevanian

Yazardan okuduğum ilk kitap Şibumi idi ve kalemine hayran olmuştum. Okumayanlar varsa tekrar öneririm. İkinci kitap olarak ise Katya’nın Yazı’nı seçtim ve kitabın kapağını şaşkınlıkla kapattım. O nasıl bir kurgu. Bir aşk romanı okuyacağımı beklerken psikolojik bir tema ile karşılaştım. Dolayısıyla çok tatmin edici bir okuma oldu benim için.

Roman genç tıp doktoru Montjean ile güzel ve aykırı Katya’nın yollarının kesişmesi ile başlıyor. Montjean, Katya’nın yardım talebi üzerine, önce kaza geçiren ikizkardeşi Paul ve sonrasında da babası ile tanışıyor. Paul kibirli ve egosu yüksek bir genç adam, Katya üzerinde oldukça korumacı bir tavrı var. Baba ise Ortaçağ tarihine takıntılı bir bilim araştırmacısı, sakin ılımlı, entelektüel, biraz aklı karışık. Monjean’ın Katya’ya hayranlığı sonrası aile evine gidip gelişleri artıyor. Aile bireyleri ile bireysel ya da birlikte yaptıkları sohbetlerle hem aileyi tanımaya çalışıyor hem de Katya’ya yakınlaşmaya. Ancak sürekli onunla didişen Paul’ün uyarılarına takılıyor. Bir yandan aile sohbetleri, bir yandan Bask toplumunun kültürünü okurken yavaş yavaş aile sırları ortaya dökülmeye, travmalar derinleşmeye ve gözler önüne serilmeye başlıyor.

Kitap sona kadar da yormadan akıcı ilerliyor. Son 50 sayfa ise nefesimi tutarak okudum desem yeridir. İçinden çıkılmaz bir aşk serüveni okurken birden psikolojik derinliği olan bir kurguya evriliyor. Kitabın sonunda ise asla tahmin edemeyeceğiniz sarsıcı bir son sizi bekliyor.

Karakterlerin analizleri ne kadar başarılı derken bir anda psikolojik bir travma ile sonrası buhran ve karakter karmaşasını betimleyen bir hikaye buldum. Özellikle benim gibi psikoloji ve ayrıca ters köşe kurgular sevenler çok sevecektir. Okuyun isterim.

 

 KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

"İnsanın bunu öğrenmesi, geliştirmesi gerek, Jean-Marc. İnsanın kafasını boşaltıp... neşeyi değilse bile, en azından huzuru aramayı öğrenmesi şart. Başka nasıl yaşanabilir..?"

 

“Ama cesaretin nerede bitip duygusuzluğun nerede başladığı belli değildir. Cesaretle kaygısızlığın sınır çizgisi neresiydi?”

 

“Evrende değişmez olan soğuk ve karanlıktır, ışık ve sıcaklık birer kıvılcım kadar küçük ve kısadır demişti. Aynı şekilde yalnızlık ve içe kapanma da insan hayatının değişmezleriydi. Gençlik ve aşk ise geçici şeylerdi. Değerli olmaları, çabucak bitmelerine dayanıyordu zaten. İnsanın kendini kaptırıp bu güzellikleri ebedi sanması çok kolaydı.”

 

"Adalet belki kördür ama, sosyal ağırlıklara karşı da duyarsız değildir. Fakirlere sorular sorulur, söylediklerinin kanıtları aranır, zenginlerin ise ifadeleri kayda geçer, yalnızca imla hatası yapılmamasına dikkat edilir."

 

"Çok saçma. Her çocuk kendini anasına, babasına ebediyen borçlu sanır, ama bu doğru değildir. Eğer ortada bir borç varsa, anayla baba borçludur çocuğa. Onu bu acılar, savaşlar, nefretler dünyasına getirdikleri için. Hem de bir anlık zevk uğruna."

 

25 Temmuz 2025 Cuma

NOHUT ODA

 












KÜNYE

Kitap Adı: Nohut Oda

Yazarı: Melisa Kesmez

Basım: İletişim Yayınları– sesli kitap

Sayfa: 108

Tür: Öykü


İNCELEME:

Nohut Oda / Melisa Kesmez

Yazar önsöz olarak Gaston Bachelard’ın ”Yaşamın ilk çabası kabuk oluşturmaktır” sözünü paylaşmış okuyucusuyla. Sonra da ithafını eklemiş;

‘Kendini bildi bileli kabuğunu arayanlara…’

Haliyle kitabın ana temasında bir aidiyet arayışı var. Gidenler, gidenlerin geride bıraktığı eşyalar, kediler, anılar, kalanlar… Ayrılıklar, tükenmişlikler, terk edişler, yas... Gidenlerin ardında kalanların duygu durumları, yüzleşmeleri, yalnızlıkları, hayata tutunma yolları, tekrar bir yere/bir şeylere ait olma, kök salma çabaları.

65. Sait Faik Hikaye Ödülüne (2019) layık görülmüş kitap 5 öyküden oluşuyor:

Kalanlar; arkadaşlarını, dostlarını, sevgilisini hep uzaklara yolculayan bir kadın gözünden ‘gitmek mi zor yoksa kalmak mı?’yı sorgulatıyor. Açılan boşlukların, yalnızlığın tesellisi, gitmeli miyim diye sorgularken yeniden eve bağlanma sebebi, yine terk edilen bir kedi olabilir mi?

Son Bir Çay; annesini kaybeden bir adam, birine tutunma, başka bir gölgeye sığınma çabasıyla eski kız arkadaşına sarılır. Bu durumda kadının yapması gereken merhamet mi yüzleşme mi?

Annemin Çadırı; deprem sonrası kurdukları çadırı kendi özgürlüğüne kapı sayan bir anne. Annesi ile babasının çatırdayan ilişkisine tanık kızları. Dört duvar, eşyalar, insanlar yeter mi aile olmaya? Evi ev, aileyi aile yapan nedir?

Görüşürüz; yıllar önce evi terk eden babasını rüyasında gördükten sonra ilişkilerini, kırgınlığını sorgulayan bir kadın. Bazı cevapları almak için çok mu geç?

Kız Kardeşim Handan; annelerinin kaybından sonra hayata farklı yollarla tutunmaya çalışan iki kız kardeş. Annesine bürünen Handan ve kendini uzaklarda arayan Aliye. Birbirlerine merhem olabilecekler mi?

Yazardan okuduğum ikinci kitaptı, yine severek okudum. En beğendiklerim Kız Kardeşim Handan ve Kalanlar isimli öyküler oldu. Öykü sevenlere tavsiyedir. Küçük Yuvarlak Taşlar şimdilik hala favorim.

 

KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 “Hemen değil ama zamanla anlıyordun ki, bir hayattı kaybettiğin, kendi hayatına bitişik bir hayat, bir komşu yaşam öyküsü. O gidince hayatlarınızın yabani bitkiler gibi yıllarca birbirine doğru büyüyüp iç içe geçtiği yeri, bu müşterek alandaki şahsi hikâyeni, yani onun yanındaki seni de kaybediyordun. Karşılıklı oturduğunuz masaları kaybediyordun mesela. Sadece ona anlatacağın şeyleri kaybediyordun. Onu bir sabah kahvaltıya çağırma ihtimalini. Ondan ödünç alacağın ve vermeyi unutup unutup sonunda el mecbur senin ilan edilen giysileri. Günlerdir içini kemiren bir meseleyi gecenin bir vakti kapısını çalıp anlatma şansını ve onun verdiği akılla belli bir yönde alacağın kararları. Yüz yıldır tanıdığın birine iç rahatlığıyla şımarma, kızma, surat asma, bozuk çalma, onunla kavga etme hakkını. Birinin sen leb demeden leblebi diyecek olmasını kaybediyordun. O, seninkilere dolanmış köklerini söküp alırken, seni de yerinden ediyordu. Aynı bahçenin çiçekleri olmak böyle bir şeydi.”

 

"Sonuçta her şeyin değil ama pek çok şeyin gerçekliği senin kendini neye inandırdığınla ilgiliydi."

 

“İnsan galiba sadece görüşmeyeceklerine görüşürüz diyor. "Tabii," diyor asla arayıp sormayacağı insanlara, "mutlaka görüşelim... "

 

“Gülüyorum kendime. Peki, diyorum, peki hayatcığım, anladım, daha bitmedi, daha doldurmam lazım gelen çile var, peki. Özgürlük erken bir hayaldi demek. Tamam, isyan etmiyorum. Sakinim. Ne zaman kendimi biraz güçlü, biraz haklı hissetsem, ivedilikle haddimin bildirilmesine alışkınım ben.”

 


12 Temmuz 2025 Cumartesi

BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ

 












KÜNYE

Kitap Adı: Bizim Büyük Çaresizliğimiz

Yazarı: Barış Bıçakçı

Basım: İletişim Yayınları–  sesli kitap

Sayfa: 167

Tür: Roman


İNCELEME:

Bizim Büyük Çaresizliğimiz / Barış Bıçakçı

Kitabın isminden etkilenmiş, yazardan ilk kitap olarak seçmiş, çok daha etkileyici ve dolu bir hikaye okuyacağımı düşünmüştüm. Maalesef kitap beklentimi karşılamadı. Önce kısaca konudan bahsedeyim, sonra düşüncemi detaylandırayım.

Ender ve Çetin ilkokul zamanlarından beri yakın dost olan, şimdilerinde 40’lara merdiven dayamış, orta yaş bunalımları ve sorgulamalarında iki ev arkadaşı. Fiziken pek etkileyici tipler değiller. İlişkileri fazlaca yakın ve tuhaf bulunuyor çevrelerce. Sonra okuldan yakın arkadaşları Fikret, ailesinin kaza haberi üzerine, cenaze işlemleri için Amerika’dan gelir, üniversitede okuyan kız kardeşi Nihal’i, dostları Ender ve Çetin ile yaşamak üzere onlara emanet eder döner.  Gencecik ve güzel Nihal bu eve bomba gibi düşer, iki karakterin aklını başından alır. Karakterlerin içsel çatışmalarına tanık oluruz.

Kitap Ender’in Çetin’e hitaben anlatılarından oluşuyor. Bir Mektup, bir Anı gibi. Konu biraz klişe, anlatım ise biraz arabesk geldi bana. Yazar edebiyat yapmak için fazla zorlama, süslü cümleler yerleştirmiş gibiydi sanki. Özgün gelmeyen konuyu da sevmedim. Orta yaşlı iki adamın, arkadaşlarının kardeşi ve kendilerine emanet genç yaştaki kıza şehvet ve şefkat arasında gidip gelmeleri, bir ağabey uyarısıyla şefkat sınırında kalmaya çalışmaları.

Ender ile Çetin arasındaki ilişkinin yazar tarafından yer yer ‘eşcinsellikle karıştırılmaması’ vurgusuna rağmen yoğun biseksüellik algısı yaratılarak verilmesi samimiyetsiz geldi. İki erkek arasındaki dostluk ilişkisi için bence de fazlaca feminen davranışlara sahiplerdi. Ki bence sorun biseksüel olmaları değil zaten; hem öyle algısı yaratılıp hem inkâr edilmesi ve sürekli bu duruma değinilmesi.

Bir de neden Ender, Çetin’e hitaben yazdı? Kitap sonunda hep bir trajedi, dokunaklı bir son bekledim. Kitabı enteresan, ilgi çekici kılacak bir son ile de karşılaşamadım maalesef. Biraz donuk ve duyguyu aktarmakta başarılı bulmadığım bir anlatımdı. Tek sıcak hissettiren anlar, Ankara özlemim ile Ankara sokaklarında dolaştırması oldu. Tavsiye edeceğim bir kitap olamadı malesef. Kitabın filmi de varmış, henüz izlemedim ama anlatım olarak daha naif ve başarılı olduğunu okudum. İlgilenenler için bilgi olsun.

 

 KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

"Çaresizlik mi diyorsunuz? Bizim en büyük çaresizliğimiz, aklımızın hala başımızda olması."

 

"Dostum, her şeyin farkında olduğun için mi yalnız ve mutsuzsun?"


"Okumak kimilerine yazmayı öğretir, banaysa yazmamayı öğretti."

 

“Yalnız aklıyla hareket eden bir insan gerçek bir insan değildir. Böyle bir insan hiç yaşamasın daha iyi! İnsan duygularıyla insandır.”

 

"Reşit, ömür denen şeyin tedricen yaşanmadığını söylerdi. Gerçekten öyle, her şey birdenbire oluyor. Küçük bir çocukken birdenbire, ilaçlarını plastik bir margarin kabında saklayan bir ihtiyar oluveriyorsun. Kendin için, çocukların için, ülken için güzel şeyler ümit ederken, seni biçimlendiren şeyin güzel bir gelecek hayali olduğunu düşünürken, birdenbire kaderinin, güne ayak uyduramamak, gençliğini, geçmişini özlemek ve hızla dönen dünya tarafından hep kenara savrulmak olduğunu görüyorsun."



3 Temmuz 2025 Perşembe

KÜÇÜK YUVARLAK TAŞLAR

 












KÜNYE

Kitap Adı: Küçük Yuvarlak Taşlar

Yazarı: Melisa Kesmez

Basım: İletişim Yayınları– sesli kitap

Sayfa: 84

Tür: Novella


İNCELEME:

Küçük Yuvarlak Taşlar / Melisa Kesmez

Yazarın dördüncü kitabı, benim yazardan okuduğum (aslında dinlediğim) ilk kitap oldu. Daha öncede birkaç kitap dostum tarafından önerilmişti ancak ben yeni fırsat bulabildim yazarın kalemi ile tanışmaya ve çok sevdim. Psikolojik tahliller konusunda başarılı kalemleri hep sevdim.

Kitap 3 hikayeden oluşuyor. Nergis’in, Elif’in ve Mehmet’in hikayesi. Parçalanmış bir aile. Ailenin her üyesi gözünden ayrı ayrı yaşananlara, duygulara bir bakış. Bazen herkesin kendince haklı tarafları, barışmak istediği pişmanlıkları, eritmeye çalıştığı mesafeleri, göstermediği yaraları oluyor.

Dostluk, aşk, annelik, babalık, olmamışlık, tamamlanmamışlık, terk edişler, terk edilişler, pişmanlık, geçici hevesler, zamansız vedalar, yüzleşmeler, yalnızlık, sevgi, bağlılık, umut… Hayatın içinden duygular, gerçekçi ve iyi işlenmiş karakterler, naif ve çok lezzetli bir anlatım.

Yan karakterlerden Gülsüm herkesin sahip olmak isteyeceği bir dost, Nergis ile ilişkilerini kıskanmadım desem yalan.

Yazar öyküleriyle ünlüymüş. Bu kitap ise bütüne bakınca, birbirine bağlı, içiçe geçmiş 3 öyküden oluşan bir kısa roman olmuş. Kısacık ama çokça üzerine düşündüren bir kitap. Bu tanışma sonrası yazarın diğer kitaplarını da okumayı çok istiyorum. Kesinlikle tavsiye ederim.

Şuraya küçük de bir sohbet olsun diyerek ekleyeyim. Bir süredir çok aktif olamıyorum, merak edenler için taşınıyorum, her yer koli, bende deli yorgunluk. Aktif okumaya zaman ayıramadığımdan, en azından yorgunluktan yığıldığım anlarda bari dinleyeyim diyerek sesli kitaptan dinledim ben kitabı. Gökçe Eyüboğlu seslendirmesi de çok başarılıydı, takdiri de atlamayayım. Yoğun okumalarıma döneceğim günleri iple çekiyorum. Kitapla ve sevgiyle kalın.

  

KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

“Toprak ayağımızın altında yumuşacık, kırmızı. Bacaklarımızı ısıran dikenlere aldırmıyoruz. Çalıların içinde bin bir çeşit hışırtı, kıpırtı, çıtırtı, vızıltı... Kuşlar, böcekler, taşlar... Uçanlar, koşanlar, sürünenler, sıçrayanlar ve dahi öylece durmayı seçenler. Doğa, yavaş yavaş yükselen güneşle birlikte başlıyor günlük serüvenine. Hep birlikte uyanıyoruz. Hep birlikte yaşayacağız gelen günü. Birimiz diğerimizden ne daha az ne daha çok var olacak. Her şey yan yana ve her nasılsa öyle.”

 

“Normal şeylerin sıkıcı bulunduğu bir devre denk geldik sanırım. Müthiş bir oburluk çağı. Yeni insanın nefsi doymuyor. Sıradanı tükettik. Mutluluk dediğimiz şey sadece anlık.  Lunapark treni gibi hızla çıkıp hızla inilen bir yer mutluluk.”

 

“Çocuklar sağlam bir zemin arıyordu büyümek için. Dünyanın tekinsiz halleri karşısında yanlarında durunca kendilerini emin ellerde hissettikleri birini. Onları bırakmayacak, onlara “Merak etme, ben buradayım” diyecek biri. Gönülsüz ebeveynlik bir çocuğun başına gelebilecek en fena şeydi.”

 

“Hayatın bozmayı unuttuğu ya da ne yapsa bozamadığı insanlar vardı hala. Dünya arkalarında yıkılırken onlar kurbağalar gibi nilüfer yapraklarından seke seke nazikçe uzaklaşıyorlardı enkazdan, toz duman bulaşmıyordu onlara.”

 

“Sevgi ne zarif bir şeydi. Yumuşacık yastıklar seriyordu düşenin altına.”

 

19 Haziran 2025 Perşembe

YALAN DOLAN

 











İNCELEME:

Yalan Dolan / Veronica Raimo

İtalyan Edebiyatından ödüllü genç bir yazar olan Raimo, kurmaca ile otobiyografinin sınırlarının birbirine karıştığı, biraz muzip, biraz alaycı bir üslup ile kaleme almış romanını. Kadın yazarların romanlarını yayınlama kararı alan yayınevinden çıkan bu ilk örnek, gülünç ve aykırı bir büyüme ve özgürleşme hikayesi olarak tanıtılmış.

Kaygı bozukluğu yaşayan aşırı kontrolcü bir anne, işkolik, öfke sorunu yaşayan ve takıntılı bir baba, dahi ve yine yazar olan bir ağabey. Veronica’nın çocukluğu, gençliği, cinselliği keşfi, kadınlığı, aile ilişkileri. Daha çok babasına dair anıları üzerinden aslında anılarımızın gerçekliğine dair bir sorgulama.

Belleğimizdeki tüm anılar gerçekten hatırladığımız gibi mi yaşandı? Bizim anılarımız üzerindeki katkımız nedir? Benim dikkatimi en çok çeken kısım burası oldu açıkçası. Muzip bir anlatı gibi gelse de aslında satır aralarından içsel bir travmanın da kokusunu almadım değil usul usul.

Yaz aylarında zaman geçirmelik, zihin dağıtmalık okumalar arayanlar için iyi gelebilir ancak çokça övülen bu kitap benim beklentimi karşılamadı ne yazıkki. Konu geçişlerindeki dağınıklık, karakterlerin derinliksizliği, anlatının yüzeyselliği hoşuma gitmedi. Ve en önemlisi bence duygusuz bir anlatımdı. Bir duyguyu yazmak değil hissettirebilmek başarı.  Fazlaca şişirilmiş bir kitap olduğunu düşünüyorum. Mutlaka okunmalı gibi bir tavsiyede bulunamayacağım o nedenle. Sevenleri kızmasın tabi, bana hitap etmedi, zevkler diyelim.

 

KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

“Okuduğum kitap iyi değilse bu sefer de kâğıt israfını dert ediniyorum. Bu derdimi daha derin bir düşünceye dönüştürüyorum. Bu felaket için kurban edilmiş her masum dal için üzülüyorum. Tüm gün bu gibi nedenlerle canından olmuş başka masum dalları düşünerek kederleniyorum. Kitapçıları, kütüphaneleri, sonsuz dal mezarlıklarını düşünüyor ve anılarımızın bir parçasını geleceğe, bizden sonra gelenlere iletmek uğruna yarattığımız kıyıma yanıyorum.”

 

"Ömrümce bardağın dolu tarafını görmedim. Boş tarafını da görmedim. Bardağı her an devrilecekmiş gibi gördüm. Ya da hiç göremedim. Zaten bardak da yoktu. Hiçbir şey yoktu."

 

“Anılarımızın çoğu biz farkına varmadan terk eder belleğimizi; geri kalanları biz yeniden doldururuz, çevreye saçarız, şevkle abartırız, kapı kapı dolaşan seyyar satıcılar gibi methederiz, hikâyemize kulak verecek birini ararız. İndirimli, yarı fiyatına. Bellek benim için küçükken oynadığım o zar oyunu gibi; Asıl olan nafile mi, hileli mi olduğuna karar verme meselesi.”

 


23 Mayıs 2025 Cuma

YÖRÜNGEDE

 












KÜNYE

Kitap Adı: Yörüngede

Yazarı: Samantha Harvey

Basım: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları– 1.Basım- 2025

Sayfa: 163

Tür: Roman


İNCELEME:

Yörüngede / Samantha Harvey

Bir uzay kapsülü içinde dünya yörüngesi etrafında 16 dönüş yapan farklı milliyetlerden altı astronot: Nell, Roman, Anton, Pietro, Chie ve Shaun. Görevleri meteorolojik verileri toplamak ve bilimsel deneyler yapmak. Günde onaltı gündoğumu ve onaltı günbatımına tanık oluyorlar. Klostrofobik bir ortamda kendi sınırlarını da keşfediyorlar.

Astronotlardan Chie görevdeyken annesinin vefat haberiyle sarsılıyor. Dünyada kopan ve izledikleri amansız bir tayfunun sevdiklerini tehdit edişini gözlemliyorlar. Yörüngede bu 16 dönüş sırasında kendi korkuları, kaygıları, hayalleri, hedefleri, rüyalarını irdeliyorlar. Neden astronot olduklarına ya da neden uzayda bulunulduğuna dair varoluşsal sorgulamalara da giriyorlar. Uzayın sınırsızlığında insanın değeri, kendine atfettiği anlamsız önemi sorguluyoruz biz de onlarla beraber.

2024 Booker ödülü kazanan bu kitabı gerçekten çok merak ederek aldım. Ancak beklentimi karşıladığını söyleyemeyeceğim. Konular dağınık, karakterler derinliksiz, anlatım yorucu geldi. Ele alınan bir iki olay duygudan yoksundu. Aralarda evrenin, dünyanın varoluşuna, insanın anlamı ve değerine yönelik yapılan felsefi anlatımlar okunası idi ancak özgün değildi. Bunun dışında ise yoğun şekilde uzaydan dünya betimlemeleri okuyorsunuz. Fazlaca ara vererek okudum. ‘Okumayın zaman kaybı’ diyeceğim bir kitap olmaması yanında ‘tavsiye ederim, okuyun’ diyeceğim bir kitap da değildi maalesef. Bir parça hayal kırıklığı ile vedalaşıyorum bu kitap ile.

  

KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:


“Dünya, buradan bakıldığında cennet gibi.(…) O gezegendeyken yukarı bakar ve cennetin başka bir yerde olduğunu düşünürüz, ama işte astronotlar ve kozmonotlar bazen şöyle düşünür: belki de hepimiz orada doğmuş olanlar zaten öldü ve bir ahiretteyiz. Eğer öldüğümüzde gitmemiz gereken olasılığı düşük, inanması zor bir yer varsa, o cam gibi, uzak küre, güzel yalnız ışık gösterileriyle, pekâlâ orası olabilir.”

 

"İnsan bunu neden yapar? Asla gelişip serpilemeyeceği bir yerde yaşamaya çalışır? Seni isteyen, dört dörtlük bir dünya tam altında dururken, ne diye evrenin seni istemeyen noktalarına gitmeye uğraşırsın? İnsanın uzaya duyduğu şehvetin meraktan mı yoksa nankörlükten mi kaynaklandığından asla emin olamıyor. Bu acayip, yakıcı özlem onu kahraman mı yapıyor yoksa ahmak mı? Hiç kuşkusuz bir parça ikisi de."


“Kim insanın gezegene nevrotik saldırışına bakıp bunu güzel bulabilir ki? Insanoğlunun kibri. Öyle muazzam bir kibir ki, ancak aptallığıyla eşdeğer. Uzayı delen şu fallik gemilerse kesinlikle kibirin zirvesi; kendini beğenmişlikten kafayı yemiş bir türün totemleri.”

 

“İnsanlar huzuru birbirinde bulamaz mı? Peki ya Dünya’da? Sevecen bir dilek değil bu, huysuz bir talep. Yaşamlarımızın bağlı olduğu bu biricik şeyi kasıp kavurmayı, mahvetmeyi, yağmalamayı ve çarçur etmeyi kesemez miyiz?”

 

“İnsanlığın geleceğini nasıl yazıyoruz? Hiçbir şey yazdığımız yok, o bizi yazıyor. Biz rüzgârda savrulan yapraklarız. Rüzgâr olduğumuzu sanıyoruz, oysa sadece yaprağız.”

 


“Büyük bir önemimiz var, hiçbir önemimiz yok. İnsani başarının doruğuna ulaşıyorsun ve başardıklarının hiç denecek kadar az olduğunu ve bunu anlamanın herhangi bir yaşamın ulaşabileceği en büyük başarı olduğunu keşfediyorsun; buysa hiçbir şey, aynı zamanda da her şeyden daha büyük, daha önemli bir şey.”