25 Mart 2025 Salı

SAKAR

 











KÜNYE

Kitap Adı: Sakar

Yazarı: Alexandre Seurat

Basım: Metis Yayınları- 5. Basım- 2024

Sayfa: 120

Tür: Roman


İNCELEME:

Sakar/ Alexandre Seurat

Fransa’da Marina Olayı olarak bilinen gerçek olaydan uyarlanan bir kitap Sakar.

“Marina olayı, Marina Sabatier'in 2009 Ağustos'unda 8 yaşındayken Fransa'da ölümüyle ilgili bir Fransız adli ve idari olayıdır. Bu olay, Marina Sabatier'in iki ebeveyni Éric Sabatier ve Virginie Darras tarafından gördüğü istismar ve çocuğunun kötü muameleye maruz kalması sonucu gerçekleşmiştir.”(wikipedia)

Kitap bittikten sonra olayın, küçük bir kız çocuğuna yaşatılan vahşetin detaylarını araştırıp okumak kitabın sarsıcı etkisini çok daha vurucu kıldı. Kitapta 8 yaşındaki Diana (Marina Sabatier)’nın doğumundan, ailesince kurgulanan kaybına kadarki trajedisi kaleme alınıyor. Daha bebekken hastaneye terk edilen, 1 aylıkken tekrar geri alınan bir bebek. Anneanne ve teyze tarafından şahit olunan şiddet ihbar edilse de kanıtlanamıyor. Okulda öğretmenleri durumundan şüpheleniyor. Durum her araştırılmaya başladığında okul değiştiriliyor. Ailesine sevgiyle bağlı bir çocuk olması, vücudundaki morluk ve yaralanmaların kendi sakarlığı ile açıklanması, ebeveynlerin oynadığı teatral duruş, aile ve çocukların ağız birliği, somut kanıt bulunamaması ve ailenin çocuklarca da korunması nedeniyle sistem prosedürlerinin aşılamaması trajik bir sona zemin hazırlıyor.

Kitap küçük kızın anneannesi, teyzesi, ağabeyi, öğretmenleri, okul müdürleri,  sosyal hizmet görevlileri, jandarma, okul doktorunun süreç içindeki anlatımları ile aktarılıyor. Beni en çok etkileyen ağabeyin duruma yönelik hislerini aktarışı ve öğretmenlerin müdahale edebilmek için umutsuz çırpınışı oldu.

Tanıtım bülteninde “(…) roman, aile kurumuna sorgusuz sualsiz kutsallık atfedilmesinin yıkıcı sonuçlarını yalın ve sarsıcı bir anlatımla gözler önüne seriyor” deniyor. Can yakıcı bu hikaye 2024 NDS Edebiyat Ödülü kazanmış. Kitap orijinal adı ‘La maladroite’ ile 2019 yılında sinemaya da uyarlanmış. İçinizde uçsuz bucaksız bir boşluk, boğazınızda bir düğüm oluşturan zor bir hikaye. Alınacak dersler adına okunmalı diyorum.

 

KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

“Eğreti bir aileydi bizimki, evet, aile değil yamalı bohça, hiçbir şeyin konuşulmadığı ama herkesin gözü önünde sessiz dramların yaşandığı bir aile, araya kimse girmeden.”

 

"Artık sınıfımı görmüyorum, öğrencilerim siyah-beyaz kareler halinde donuyor ve aralarında Diana var: Bir tek o, siyah-beyaz ve hareketsiz değil, onun tehlikede olduğunu biliyorum, bana yapabileceğim bir şeyi, yapacağım bir şeyi sabırsızlıkla bekler gibi bakıyor. Ama karabasanda her şey için artık çok geç olduğunu biliyorum, bana bakıyor ve ben hiçbir şey yapamıyorum; beni bağışlamasını isterdim." (Öğretmen)

 

“Hayal etmemi istiyordu, eğer başına bir şey geldiyse acaba benim onun için ne yapmamı isterdi? Ona baktım dilimin ucuna kadar geldi. Onun için ne yapabileceğimi aklından bile geçirmiş olamazdı çünkü ONUN İÇİN KİMSE ASLA BİR ŞEY YAPMAMIŞTI, onun için hiçbir şey yapamazdım çünkü artık bitmişti.” (Ağabey)

 

“O zaman kendi kendime tuhaf sorular soruyorum, başka bir ailede ve başka bir dünyada olsaydık, o kendisi olabilseydi ve ben kendim olabilseydim, ağabey ve kız kardeş gibi olabilir miydik, demek istiyorum ki olduğumuz kişiler olmasaydık, o kendisi olmasaydı ve ben kendim olmasaydım, olmuş olacağımız o başkaları, ağabey ve kız kardeş olabilir miydi?” (Ağabey)

 

“Hayatımın neden art arda gelen felaketlerden ibaret olduğunu bir anlayabilseydim. Keşke biri bana bunu açıklayabilseydi; neden her şeyi yitirdiğimi.”

 

“…içimde bir boşluk açılıyordu, uçsuz bucaksız bir boşluk, o boşluğa düşmemek için yalpalayıp duruyordum.”

AMA FARELER UYURLAR GECELEYİN

 










KÜNYE

Kitap Adı: Ama Fareler Uyurlar Geceleyin

Yazarı: Wolfgang Borchert

Basım: Yapı Kredi Yayınları- 4.Baskı- 2022

Sayfa: 336

Tür: Öykü


İNCELEME:

Ama Fareler Uyurlar Geceleyin / Wolfgang Borchert

Borchert, 2.Dünya Savaşından 1950lere uzanan savaş karşıtı hareketle, savaşın toplum üzerindeki yıkıcı etkisini konu alan Yıkıntı Edebiyatının temsilcilerinden. Alman yazar 18-24 yaşlarını cephede geçirmiş, 2 kez bazı suçlamalarla hapishaneye girmiş. Yaşadığı sürecin sebep olduğu zorlu hastalıklara eve döndükten 2 yıl sonra yenik düşmüş.

Kitap ‘Karahindiba’, ‘Bu Salı’ ve ‘Sevimli, Mavi, Gri Gece’ olmak üzere 3 bölüm altında 54 adet öykü ile ek bölüm olarak savaşa karşı kaleme alınmış bir manifesto bölümü içeriyor. Ayrıca yazarın biyografisi de sonsöz olarak verilmiş. Öyküler savaşın iç yüzünü, toplum üzerindeki etkilerini konu alıyor. Yazarın cephede ve hapiste yaşadıkları da öykülerine doğrudan yansımış.

Öykülerin bir kısmı gerçekten çok etkileyiciydi. Benim en sevdiklerim; Ama Fareler Uyurlar Geceleyin, Ekmek, Uzun Uzun Yollar Uzunluğunca ve Karahindiba oldu. Ek bölüm olan Manifesto bölümü de okunması gerekenlerden. Manifesto bölümü içinde yer alan ve herkesi savaşa karşı bir duruşa çağıran ‘O Zaman Yapacağın Tek Şey Var’ ise yazarın Hayır De isimli kitabındanmış sanıyorum. Öykülerin diğer kısmı ise üzerimde derin bir etki uyandıramadı.

Yazarın cümleleri ya da kelimeleri tekrarlayarak kurduğu bir anlatım sistemi var. Bazen bu durum etkileyiciliği arttırsa da birçok yerde sıkılmama sebep oldu. Bazı öykülerde savaşın getirdiği ölüm teması çok baskın ancak ölüm o kadar sıradanlaşmış ve olağanmış gibi anlatılmış ki ürpertici bir his oluşturdu üzerimde. Öyküler savaş teması üzerine işleniyor ancak sanılmasın ki baştan sona savaş anlatılıyor, bazen öykü içinde sadece birkaç cümle ile savaşın etkileri size hissettiriliyor.

Hızlı akan bir kitap olmadı benim için, biraz zihnimin kalabalık olduğu bir zamanda okumam nedeniyle içine çok girememiş olabilirim. Ancak beğendiğimi belirttiğim bölümler oldukça başarılıydı ve tesir etti. Savaştan uzak, barışçıl bir gelecek diliyorum hepimize.

 

KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

“Bu dünyada yaşadığımız en akıl almaz serüvenlerden biridir: İnsanın kendisiyle yüz yüze gelmesi.”

 

“Oysa bizler sanki önümüzde yaşayacağımız sonsuz zaman varmış gibi gülümsüyoruz, oysa veda, oysa vedalar çoktan hazır bekliyor içimizde. Tüm ölümleri içimizde taşıyoruz."

 

“Oysa gülüyoruz. Yarına inanıyoruz oysa. Ama bunun nasıl bir yarın olduğunu bildiğimiz yok. Güveniyor, bel bağlıyoruz yarına. Oysa bize böyle bir yarın için söz veren olmadı. Sesleniyor, yalvarıyor, yarın yarın diye haykırıp duruyoruz. Ama kimse çıkıp bize bir cevap vermiyor.”

 

“Yoksa bir anlamdan yoksun muyuz? İçimizdeki ve üstümüzdeki gülüşlerin ocağına mı düştük? Hüznün, gözyaşlarının, korku ve gecelerin haykırışının eline mi kaldık? Belki? Peşkeş mi çekildik bunlara? Belki? Defterimiz dürüldü mü? Belki? Cevapsız mı kaldık? Yoksa biz, biz kendimiz bu cevap mıyız? Yoksa, söyle haydi, söyle, bu cevap biz miyiz? İçimizde mi taşıyoruz onu, ölümü taşıdığımız gibi? Ta başından beri? Ölümü ve cevabı içimizde mi taşıyoruz? Bir cevaba kavuşmak da kavuşmamak da bize mi bağlı yoksa? Ocağına düştüğümüz şey kendimiz miyiz? Sadece kendimiz mi? Haydi söyle kendimiz miyiz aradığımız cevap? Kendimizin, kendimizin ocağına mı düştük?”

 

“Biri bulmuştu tüfeği insanlara ateş edilebilsin diye. Çoğunlukla hiç tanınmazdı insanlar. Dilleri bile bilinmezdi. Ve kimseye de bir kötülük yapmamışlardı. Ama işte tüfekle üzerlerine ateş etmek gerekiyordu. Öyle buyurmuştu biri. Ve biri de ateş edilenlerin pek çoğu ölsün diye tüfeğin dakikada altmıştan çok atış yapmasını sağlamıştı. Ve karşılığında ödül verilmişti kendisine.”

 

“Bir zaman iki adam vardı. İki yaşındayken elleriyle birbirine vurmuşlardı. On iki yaşına geldiklerinde sopalarla yaptılar aynı şeyi ve birbirlerine taşlar attılar. Yirmi iki yaşına geldiklerinde, silahlarla birbirlerine ateş ettiler. Kırk ikisine geldiklerinde, bombalar yağdırdılar birbirlerinin üzerine. Altmış iki yaşına geldiklerinde birbirlerine bakterilerle saldırdılar. Seksen iki yaşına geldiklerinde, bu dünyadan göçüp yan yana gömüldüler. Yüz yıl sonra solucanın biri iki adamın mezarlarında karnını doyururken, içlerinde birbirinden ayrı iki insanın yattığını hiç fark etmedi.”

16 Mart 2025 Pazar

ATEŞ SÖNENE KADAR

 












KÜNYE

Kitap Adı: Ateş Sönene Kadar

Yazarı: Aylin Balboa

Basım: İletişim Yayınları– sesli kitap

Sayfa: 97

Tür: Öykü


İNCELEME:

Ateş Sönene Kadar / Aylin Balboa

Biraz trajik biraz muzip diliyle öykülerini kaleme alan yazardan 3.kitabı da bitirmiş bulunmaktayım. Ateş Sönene Kadar yazarın 2.kitabı aslında ben biraz karışık bir sıralamayla okudum kitaplarını. Sade, içten, yer yer argo kullanarak sokak diliyle kaleme alıyor öykülerini. Mizah içinde dram, dram içinde mizah.

Bu Hikaye Senden Uzun Osman’da genel atmosfer olarak daha muzip bir anlatımı varken Belki Bir Gün Uçarız’da mizah ve dram harmanlanmıştı. Bu kitap ise daha hüzünlü, daha dramatik geldi bana.

Kitap 9 öyküden oluşuyor. Kitaba ismini veren ve en uzun öykü olan ‘Ateş Sönene Kadar’, Ayşe ve Gamze’nin hikayesini anlatıyor. Ayşe okumasına izin verilmeyip apar topar nişanlanan ancak üniversite hayali kuran İmam kızı. Gamze ise bir ensest kurbanı, evden kurtulup yeni bir hayat kurma peşinde. Vurucu ve düşündürücü bir öyküydü. Diğer etkilendiğim öykü ‘Nafile’ ise babasını kaybetmek üzere olan bir kadının yaşadıkları, anıları ve durum ile mücadelesini konu alıyor. Ayrıca SEKA kağıt fabrikasının özelleştirilmesi zamanına da selam çakmış. Yazar son öyküsü Gelecek Seni Bekliyor’da yine Gezi Olaylarına değinmeden geçmemiş.

Kitap sadece Ateş Sönene Kadar ve Nafile öyküleri için bile okunur, bence çok etkileyicilerdi. Öykü severlere tavsiyedir. Küçük bir not olarak ekleyeyim, benim favorim hala Bu Hikaye Senden Uzun Osman.

 

KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

“Bana dönüp öyle bir baktı... Bana dönüp öyle bir baktı ki bakışları kalbimden girip sırtımdan çıktı sanki. ‘Ben artık nafileyim babam,’ dedi .”

 

“Hayatım hep bir yol aramakla, sonra bir yol bulduğumu sanmakla geçiyor. Yolların bir kurtuluşa çıkmadığını uzun zamandır biliyorum. Bu yüzden işte, hiç olmazsa denize çıksın.”

 

“Allah’ı biraz daha şefkatli hayal edebilmek isterdim. Bu derece öfke dolu olması doğrusu bana biraz abartılı geliyordu. Hem yaratıp hem bu kadar kızmasını hiçbir şeyle açıklayamıyordum. Ayrıca kadınlara karşı anlayamadığım türden ekstra bir öfkesi vardı.”


GELİRKEN EKMEK AL

 












KÜNYE

Kitap Adı: Gelirken Ekmek Al

Yazarı: Şermin Yaşar

Basım: Doğan Yayınları– sesli kitap

Sayfa: 196

Tür: Öykü


İNCELEME:

Gelirken Ekmek Al / Şermin Yaşar

Şermin Yaşar’dan okuduğum 3.kitap oldu. Yazarın kalemi ile tanışanlar bilir, samimi, sıcacık bir üslubu vardır. İçimizden, yaşanmışlıklarımızdan taşanları kaleme alır. Okuyucu mutlaka kendinden bir şeyler bulur, kimi zaman hüzünlenir, içi burkulur, kimi zaman gülümseyerek okur.

Bu kitabında 18 adet öykü kaleme almış yazar. İncinmişliklerimizi, yaralarımızı, özlemlerimizi, beklentilerimizi yine ruha dokunan bir yerden, yine naif, incelikli bir dille kaleme almış. Hüzün var, aşk var, dostluk var, aile bağları var.

Gelirken Ekmek Al, Olanlar Oldu, Aşk Olsun, Babam Yüzünden ve Tuzlu Fıstık isimli öyküleri beğendim. Ama en çok bizi eski derin aşklara götüren bir sevgi bağını işleyen ‘Bize Bi Çay’ ile üvey çocuk olmuş kaloriferci Bahri Abinin kendine sığındığı, kendi içinde yaşadığı, kırgın hayatını anlatan ‘Sıcacık’ isimli öykülere vuruldum.

Benim favorim hala Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu. Ancak bu kitabını da çok sevdim. Öykü sevenlere öneririm.

 

KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

“Kadere saygımız, tekrara göre değişiyor. Başımıza bir iş geldiğinde, bunu aksilik olarak kabul edebiliyor ve sineye çekiyoruz; bu aksilik ikinci kez geldiğinde, geldi mi üst üste gelir diyoruz, üçüncüsü tekrar ettiğinde her şey de senin başına geliyor diyerek rahatlıkla kanaat bildiriyoruz, sonraki tekrarlardaysa başına bu kadar çok şey geliyorsa, demek ki tüm bunları hak ediyor diyoruz. O bütün masumiyetiyle yaşamaya devam etse bile..."

 

“İnsafsızın çekicidir ikna; o vurur ve inancın küçük bir çivi gibi yamula yamula gömülür duvarın içine. Herkes sana suçlu olduğunu söylediğinde, sen kendi masumiyetine çok fazla direnemezsin. Günün birinde o çiviyi oradan çıkartsan da duvarda suçlanmış olmanın deliği kalır.”

 

“Ayakkabı vurduğunda ayağının arkasında bir yara açılır, çorap giydiğinde o yara çoraba yapışır, çorabı çıkarttığında kabuk kopar ve tekrar kanar. İyileşmesi zaman alır. Ayakkabını çorapsız giyemezsin, çorapla giysen yine yapışır. Aile yaraları biraz böyledir. Yürümekten vazgeçemezsin ve attığın her adımda canını acıtmaya devam eder.”

 

“Kısmetten öte yol yok, çok istersin olmaz ama hiç istemediğin bir anda oluverir...”


9 Mart 2025 Pazar

BELKİ BİR GÜN UÇARIZ

 












KÜNYE

Kitap Adı: Belki Bir Gün Uçarız

Yazarı: Aylin Balboa

Basım: İletişim Yayınları – sesli kitap

Sayfa: 148

Tür: Öykü


İNCELEME:

Belki Bir Gün Uçarız / Aylin Balboa

Yazardan okuduğum ilk kitap ‘Bu Hikaye Senden Uzun Osman’dı. O trajikomik üslubunu çok sevmiştim. Dram içinde mizah, komedi içinde hüzün. Bu kitapta ise dram daha ağırlıkta. Kara mizah mı demeli bilmiyorum ama karası yoğun bu sefer. Çünkü mevzu ağır.

Aylin Hanım abisinin geçirdiği bir kazanın ardından, yoğun bakım ve vefat sürecinden sonra kaleme alıyor bu kitabı. Yaşanmışlık hissiyatı çok yoğun, buram buram yüreğe dokunuyor. Zaten yaşamamış olanın böylesi anlatabileceği bir konu değil mevzu.

“Sonra işte çok özledim. Özlemekten kalbim ağrıdı. Kavuşamayacağınızı bildiğiniz özlemekler çok çirkin ve silahlı. İnsanın doğrudan canına nişan alıyor.”

İsimsiz kadın karakterimiz. Motor kazası geçiren ve komaya giren bir abi. Bir babanın vefatı.  Bir aşkın vedası. Özlem, ayrılık, ölüm, yas, depresyon, isyan, kopuş, kendini buluş. Birbirlerine görünmez iplerle bağlı kısa kısa öyküler. Belki de anlatılar demek daha doğru olur. Histerik bir iç döküş sanki.

"Çaresizlik mi diyorsunuz? Bizim en büyük çaresizliğimiz, aklımızın hala başımızda olması."

Yazarın ilk kitabıymış. Her ne kadar aralara serpiştirilmiş mizahi anlatılar olsa da, kendi hayatından yansıyan trajik durumdan ötürü sanırım, bu kitapta dili daha kırgın, daha hüzünlü, daha öfkeli. Yakın zamanda yas süreci yaşayanlar için okuması ağır olabilir. Ben yine hayranlıkla, arada tebessümle ama çokça gözlerime yansıyan hüzünle okudum. İzafiyet ve Tımarhane Notları bölümleri benim en etkilendiğim, Serengeti ise Gezi olaylarına verdiği selam ile en alkış tuttuğum öyküler oldu. Ateş Sönene Kadar kitabını da okumak istiyorum mutlaka.

 

KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

"...takvimlere bakarak tayin edilen zaman sadece buz gibi bir matematiktir. Oysa özlemekler sayılmaz. Özlemekler bilhassa yalnız kaldığınızda gelir suratınıza kürekle vurur."

 

"Olmayınca olmuyor işte. Hayat zaten işlerin hiç de umduğunuz gibi olmadığı yerdir."

 

“Zaten iyi haberler genelde umudunuzu kaybetmek üzereyken gelir. Kötü haberlerin böyle özel ayrımları yoktur.”

 

“Yeteri kadar fokuslanırsanız istediğiniz her şey olur,” diyenlere aldırmayın siz. Biteviye çabalamanız gerekir. Çoğu zaman çabalasanız da olmaz gerçi ama şimdilik bunu görmezden gelelim. Dayanabilmek için birtakım şeyleri görmezden gelmek zorundayız. Fokuslanmakmış. Laflara bak.

 

“Yıldızlar aslında nedir size söyleyeyim: Yıldızlar, acıdan delirmiş insanların gökyüzüne sıktıkları kurşunlarını açtığı deliklerdir. Bilim adamları sürekli yenilerini keşfettiklerini söylüyorlar. Bunda şaşılacak bir şey yok. Yukarısı bir gün dümdüz olacak.”

 

“Aslında hepimiz biraz ölüyüz, sadece vücudumuz henüz mezara girecek kadar soğumadı.”

 


INTERMEZZO

 










KÜNYE

Kitap Adı: Intermezzo

Yazarı: Sally Rooney

Basım: Can Yayınları– 3.Basım- 2024

Sayfa: 477

Tür: Roman


 İNCELEME:

Intermezzo / Sally Rooney

Yazardan okuduğum ilk kitap oldu. Kitap iki erkek kardeşin arasındaki ilişkiyi merkezine alıyor.

Ana karakterlerimiz Peter ve Ivan’ın babalarının cenazesi ile başlıyor kitap. İki kardeş birbirinden bir hayli farklı. Peter 33 yaşında, avukat, kalabalıklar içinde kendini yalnız hisseden, üstten bakan, aileden erken ayrılmış büyük kardeş. Ivan ise satranç dâhisi, çocuksu, babaya daha bağlı, daha asosyal küçük kardeş. Babalarının ölümü ile birlikte tek ortak noktaları Yas. Yaşadıkları yas süreci içinde birbirlerinden beklentileri, yaptıkları hatalar, fark etme süreçleri ve telafi etme çabaları.

Peter, Slyvia ve Naomi arasındaki aşk üçgeni. Slyvia 30lu yaşlarda, hukukçu, akademisyen, çevresince saygı duyulan bir kadın. Naomi ise 20li yaşlarda, uçarı, arzulu, genç bir üniversite öğrencisi. Peter’ın denge kurma çabası içindeki dengesizliği.

Ivan ise bir satranç organizasyonunda tanıştığı Margaret ile yakınlaşır. Margaret 30lu yaşlarda, yeni boşanmış, biraz tutucu, hala eski eşinin markajında bir kadın. Kendinden genç bir adamla birlikte olma gerçeğini sindirmeye çalışan Margaret ile abisine bu durumu kabul ettirmeye çalışan Ivan’ın kurmaya çalıştığı denge.

Aile bağları üzerinden kurulan sosyal ilişkiler, karakterlerin yaşadığı önyargılar, sorgulamalar, haklı-haksız eleştiriler, yüzleşmeler, savunmalar.

Genelde kitapları araştırarak alırım ancak çok satanlarda olduğunu görüp son anda alışverişime eklediğim bir kitaptı. Karakterlerin oldukça uzatılan iç konuşmaları, tamamlanmayan cümleciklerle dolu paragraflar yorucu bir okumaya neden oluyor. Oldukça hacimli olan kitabın yarısına kadar ‘bu kadar popüler olan ne var şimdi?’ düşüncesi ile okudum açıkçası. Edebi bir derinliği olmayan, karakter derinliği yaratamamış, kurgu açısından sıradan bulduğum bir kitaptı. Derinliksiz bulduğum cinsellik temelli kadın-erkek ilişkilerine anlam yükleme çabası zorlama geldi. Son 100 sayfada gelişen kardeşler arasındaki çözülme ve duygu durumu ile neyse ki bir şey hissettirdi dedim. Gereksiz uzatılmış ve popülerlik kazandırılmış bir kitap olduğunu düşünüyorum. Hiç sevmedim demek de fazla olur sanki o nedenle beklentimi karşılamadı diyerek bitiriyorum.

 

 KİTAPTAN SEVDİĞİM ALINTILAR:

 

“Hayat, nihayetinde, içine hapsolduğu ağdan kurtulmuş falan değil. Hapsolduğu ağdan kurtulup özgürleşen hayat diye bir şey yok: Hayatın kendisi o ağ, insanları yerli yerinde tutuyor, olayları anlamlı hale getiriyor. Kısıtlamaları paramparça edip anlamsız bir varoluşu sürdürmek mümkün değil. İnsanlar, başkaları olanaksız kılıyor bunu. Fakat başkaları olmasa hayat da olmaz. Yargılama, kınama, düş kırıklığı, çatışma: İnsanlar birbiriyle bağlarını bu araçlar sayesinde sürdürüyor.”

 

“Bir zamanlar hayatın bir şeylere varması gerektiğine, çözümlenmemiş tüm sorular ve çatışmaların bir tür büyük sonuca ulaşması gerektiğine inanıyordu. Buna benzer, tuhaf biçimde yeteri kadar incelenmemiş inançlar hayatının, kişiliğinin temelinde yatıyor. Anlama usdışı bağlılık.”

 

“Geçmişte yapabileceği farklı şeyleri düşünerek kendini delirtebilir insan.”

 

“Peki ya hayat bir dizi birbirleriyle bağlantısız deneyimin toplamından ibaretse? Bir şeyin neden anlamlı bir biçimde başka bir şeyi takip etmesi gerekiyor?”